Dinozorların Sessiz Gecesi >> Dünya’da hayat sıfırdan başlasa insanlar tekrar ortaya çıkabilir miydi?
|Dünya’da hayatın tarihini film gibi geri sarabilseydik tarih aynı şekilde tekrarlanır mıydı? Örneğin 65 milyon yıl önce Dünya’ya düşen ve dinozorların soyunun tükenmesine yol açan asteroit çarpışması olmasaydı belki de bugün Dünya uygarlığını insanlar değil de iki ayak üzerinde yürüyen yeşil derili zeki sürüngenler kurmuştu. Dinozorların soyundan gelen sürüngenler.
Oysa öyle olmadı. Meksika’nın Yucatan Yarımadası açıklarına düşen ve deniz altında yüzlerce kilometre genişliğindeki Çiksulub Krateri’ni açan katil asteroit, dinozorları ortadan kaldırarak memelilerinin önünü açtı. Bu memelilerden biri olan insanoğlu da şimdi kendini Dünya’nın hakimi sanıyor. 🙂 Yine de soralım:
Biyologlar canlıların ortaya çıkmasının çok karmaşık bir süreç olduğunu, Dünya’da hayatın en az 3,5 milyar yıllık bir geçmişi bulunduğunu ve bu süreç yeniden başlarsa aynı canlı türlerinin yaşamasının imkansız olduğunu söylüyor. Bunun basit bir sebebi var.
Bugünkü canlı türlerinin ortaya çıkması için jeolojik çağlar boyunca rastlantı eseri gerçekleşen milyarlarca tesadüfi koşulun aynı sırayla tekrarlanması gerekiyor. Bu da istatistiksel olarak mümkün değil.
Peki, aynı canlılar ortaya çıkmayacak olsa da bugünkü canlılara benzeyen türler ortaya çıkabilir mi? Örneğin kuşlara veya balıklara benzeyen başka hayvanlar? Bu soruyu bir adım daha ileri götürebiliriz: Tarih tekerrür etseydi, insan türü yerine insana benzeyen başka bir zeki canlı türü ortaya çıkabilir miydi?
Bunu yanıtlamak için önce modern insanın nasıl ortaya çıktığına kısaca göz atalım. Biz insanların ataları yaklaşık 18 milyon yıl önce, bugün Doğu Afrika’daki Büyük Yarık Vadisi’ne karşılık gelen ormanlık bir bölgede maymunlar gibi ağaçların tepesinde yaşıyordu. Ancak kıtaların kayması neticesinde Doğu Afrika bölgesi anakaranın geri kalanından kopmaya başladı.
Bu süreçte Yarık Vadisi’nde püsküren yanardağlar bölgede iklim değişikliğine yol açtı. Zamanla yeşil ormanlar kurak Afrika savanlarına dönüştü. Böylece atalarımız yaklaşık 2 milyon yıl önce yüksek otların arasında ilk kez ayağa kalktı ve elleri serbest kalınca beyinleri diğer memelilerden çok daha hızlı gelişmeye başladı.4 Gerisini biliyorsunuz, bugünkü insan uygarlığı kuruldu.
Tarihi başa alsaydık bu olay aynen tekrarlanabilir miydi? Türümüz Homo sapiens sapiens’in ataları Büyük Yarık Vadisi’nde değil de kıtanın başka bölgelerindeki ormanlarda dolaşıyor olsaydı, bu ormanlar yarı kurak otlaklara dönüşmeseydi ve Yarık Vadisi’nde hiçbir primat yaşamasaydı insanoğlu ortaya çıkabilir miydi?
Bu sorunun cevabı koca bir hayır; fakat evrim sürecine yakından baktığımızda, bugün neden Dünya’da insana kardeş bir zeki canlı türünün yaşamadığını açıklamanın kolay olmadığını görüyoruz.
Öncelikle insan türünün evrimsel geçmişi aynı şekilde tekrarlanmayacak kadar karmaşık bir süreç. Ancak ikinci soru daha ilginç: Neden Dünya’daki tek zeki canlı türü Homo sapiens sapiens? Neden 542 milyon yıllık kara hayvanları tarihinde bir tek Homo sapiens sapiens uygarlık kurdu? Bu duruma yakından bakalım.
1934’te Alex Raymond tarafından yaratılan Flash Gordon çizgi romanı Yeni Barok tarzı çizimleriyle Dünya’nın en tanınmış fantezi bilim kurgu eserlerinden biridir. Evren’i o zamanın deyişi ile “atom motorlu” roketlerle dolaşan Flash Gordon’un konumuzla ilişkisi var.
Gordon, Dünya’yı yok olmaktan kurtarmak üzere Doktor Zarkov’un roketi ile Mongo gezegenine gidiyor ve uzun savaşların sonucunda Mongo’yu zalim Ming’in elinden kurtarıyor. Ancak Mongo gezegeninin çok ilginç bir özelliği var.
Mongo uçan adamlar, balık adamlar, robotlar, aslan adamlar, insanlar gibi birçok zeki canlı türünü barındırıyor. Dünya’da sadece insanlar varken, Mongo’da belki bir düzine zeki canlı türü bulunuyor ve elbette Flash Gordon okurken buna şaşırmıyoruz. “Çizgi roman işte, hayal ürünü!” diye geçiştiriyoruz. Ancak neden böyle diye sormamız gerekiyor.
Bugünkü canlıların genetik kodu milyarlarca yıl önce yaşayan tek bir ortak atadan geliyor ama kanatlar, yüzgeçler ve gözlerin tarih boyunca birbiriyle doğrudan ilişkisi olmayan farklı canlılarda defalarca ortaya çıktığını görüyoruz.
Örneğin yaklaşık 400 milyon yıl önce balıklar karaya çıktığı zaman yüzgeçlerini kaybettiler ve yüzgeçler karada yürümek için gereken ayaklara dönüştü. Oysa bazı hayvanlar denize geri dönmeyi tercih ettiler. Bunlardan biri de balinaların atalarıydı.6
Balinaların ataları 10 milyon yıllık bir sürede ayaklarını kaybetti, ayaklar tekrar yüzgeçlere dönüştü. Aslında tarih boyunca yüzgeçler ve gözler defalarca ortaya çıktı derken bunu kast ediyoruz.
Biyologlar görme duyumuzdan sorumlu olan gözlerin son 500 milyon yıl içerisinde 50 ila 100 kez birbirinden bağımsız olarak evrimleştiğini söylüyor. Ancak Homo sapiens sapiens uygarlık kuran ilk ve tek canlı.
Bunun cevabı için 500 milyon yıldan daha geriye gitmek gerekiyor. Deniz canlılarının bir kısmı 542 milyon yıl önce başlayan Kambriyen döneminin sonlarında karaya çıktı ve kıtalara yayılmaya başladı.
Bugün babunlar gibi karmaşık canlı türlerinin gözle görülebilir şekilde evrim geçirmesi için en az 200 bin yıl geçmesi gerektiğini dikkate alacak olursak, 4 milyar 600 milyon yıl yaşındaki Dünya’nın geçmişinde birden fazla zeki canlı türünün ortaya çıkması için yeterli süre olduğunu görebiliyoruz.
Primatların ortaya çıkmasından önceki süreyi hesaba katmasak bile, insan uygarlığının 10 bin yıl gibi jeolojik olarak oldukça kısa bir sürede geliştiğini düşündüğümüzde bu daha iyi anlaşılıyor.
Bu uygarlıklardan geriye arkeolojik kalıntılar kalmalıydı. Tarım ve sanayi gibi iklim değişikliğine yol açan faaliyetlerin izleri yeraltındaki kaya katmanlarında görülebilmeliydi. Oysa bugüne kadar bilmediğimiz eski uygarlıkların izini gösteren tek bir harabe bulamadık.
Modern insanın atalarının milyonlarca yıllık iskeletlerini ve dinozorları yok eden asteroitin getirdiği iridyum elementinin izlerini kayaların arasında bulabiliyoruz, ama eski uygarlıklara dair hiçbir iz bulamadık.
Öyleyse önümüzde iki seçenek var: Ya Dünya’da ilk uygarlığı insanlar kurdu veya geçmişte çok az sayıda uygarlık kuruldu ve bunlar belki de sanayi devrimini başlatmadığı için geriye hiçbir iz bırakmadan yok olup gitti. Oysa sorun da burada: Mutlaka bir iz kalmalıydı!
Arizona’da 50 bin yıl önce gerçekleşen ve ünlü Meteor Krateri’ni açan küçük bir asteroit çarpışması bile toprakta belirgin izler bırakmış bulunuyor. Kraterler zamanla erozyona uğrayıp aşınsa dahi toprak altındaki katmanların farklı mineraller içermesi, bize eskiden o bölgede bir asteroit çarpışması yaşandığını gösteriyor. Burada bir gizemle karşılaşıyoruz. Bu gizemi çözmek için geçmişe yolculuk edelim.
Evrimsel biyolog Stephen Jay Gould 1989 tarihli “Harika Yaşam: Burgess Şist Tabakaları ve Tarihin Doğası” adlı kitabında1 bir varsayımda bulundu. Gould, zamanı 540 milyon yıl önceki Kambriyen dönemine geri alır ve filmi yeniden oynatırsak bugünkü hayvan türlerinin ortaya çıkması ihtimalinin çok düşük olduğunu söylüyordu.
Bunu hızla evrim geçiren bakterilerle virüsler için söyleyemeyiz ama memeliler sınıfı ve primatlar takımından Homo sapiens sapiens (biz insanlar) için söyleyebiliriz. Gould diyor ki tarih boyunca Homo cinsinden başka zeki canlılar ortaya çıkmadı, çünkü bu olay Dünya tarihinde ve belki de bütün Evren’de sadece bir kez gerçekleşebilecek kadar nadir bir olaydı.
Gould’a göre evrimde kompleks canlıların ortaya çıkması nadir görülüyor, zeki kompleks canlıların defalarca ortaya çıkması ise neredeyse imkansız. Gould’un varsayımlarına itirazlarınız varsa lütfen aklınızda tutun. Bu konuda yalnız değilsiniz. Başka biyologlar da “gözlerin tekrar tekrar evrimleşmesi” olayından yola çıkarak Gould’a itiraz ediyor, fakat buna geçmeden önce dünyanın en hızlı silah çeken hayvanını anlatalım.
Hayvanlar dünyasının Red Kit gibi gölgesinden hızlı silah çeken bir kovboyu var. Adı Hydromantes semenderi.
Dış görünüşüyle kertenkeleye benzeyen ama aslında kurbağalarla akraba olan Hydromantes semenderi, yakında uçan bir sinek gördüğü zaman dilini beş milisaniyeden kısa bir sürede ileri doğru fırlatarak böceği havada kapıp yutuyor.
Hem suda hem karada yaşayabildiği için “iki yaşar” (amfibyen) olarak sınıflandırılan Hydromantes semenderi kuyruklu kurbağalar takımı ile akciğersiz semenderler ailesinin bir üyesi ve diliyle sinek kapma yarışında kurbağalarla bukalemunları açık farkla geride bırakıyor.
California Üniversitesi Berkeley’den biyolog David Wake, “Semenderlerin dillerinin nasıl evrim geçirdiğini anlamak için 50 yılımı harcadım” diyor. “Bu çok ilginç bir durum; çünkü normalde çok yavaş bir hayvan olan semenderler, aynı zamanda omurgalılar arasında en hızlı hareketi yapan canlılardan biri.”
Hydromantes semenderinden neden bahsettiğimize gelince: Öncelikle diliyle avlanma mekanizmasının farklı semender türlerinde birbirinden bağımsız olarak üç kez sıfırdan geliştiğini görüyoruz.
Bu da Gould’un evrimin benzer şekilde tekrarlanamayacak kadar karmaşık ve rastlantısal bir süreç olduğu yönündeki varsayımını yanlışlayan bir kanıt oluşturuyor ama acele etmeyelim. Gerçek çok daha şaşırtıcı
Bilim adamları farklı canlılarda benzer organların ortaya çıkmasını “evrimsel yakınsama” olarak adlandırıyor. Yakınsayan evrimde farkı türler benzer ortam şartlarına maruz kaldıklarında çevreye benzer şekilde uyum sağlıyorlar.
Buna Hollywood’dan da bir örnek verebiliriz: Gezegenimiz Kevin Costner’ın oynadığı Su Dünyası filminde olduğu gibi tümüyle okyanuslarla kaplı olsaydı, bir zamanlar Afrika’da iki ayak üstünde yürümeye başlayan insan türünün birkaç yüz bin yıl içinde yüzgeçli balık adama dönüşmesi de mümkün olacaktı (su dünyasında hayatta kalanların solungaçlar geliştirmesi için gerekli mutasyonlar görüldüğü ve çevresel baskı olduğu sürece).
Filmde öyle oluyor. Dünya’yı sel aldıktan sonra insanlar küçük adalarda ve yelkenli teknelerde yaşamaya başlıyor. Kevin Costner da solungaçları sayesinde suyun derinliklerinde nefes almayı başaran Denizci adlı bir amfibyeni canlandırıyor.
Ancak filmde bir hata var. Su Dünyası’nda yaşayan insanlar sadece 500 yıl içinde boyunda solungaçları olan balık adamlara dönüşüyor. Doğal evrim sürecinde bunun için en az 200 bin yıl ve balinalara bakacak olursak muhtemelen 10 milyon yıl geçmesi gerek.
Peki tamam. Evrim sürecinde birbirine benzeyen canlıların tarihin farklı çağlarında ortaya çıkabileceğini gördük. Dinozorlar çağında yaşamış olan Pterodaktillerle günümüzde yaşayan uçan sincapların kanatlı olması gibi (biri sürüngen diğeri memeli ama ikisinin de kanatları var).
Ancak, bu durum insan gibi zeki canlıların da son 500 milyon yılda en az birkaç kez ortaya çıkmış olması gerektiği anlamına gelmiyor mu?
Eski toprağın anlatacakları var
Stephen Gould Harika Yaşam adlı kitabında bu noktayı enine boyuna tartıştı. Gould, 540 milyon yıl önce Kambriyen döneminde Dünya okyanuslarında yaşayan hayvanlardan geriye kalan ve bugün Burgess Şist Katmanları’nda bulunan fosilleri inceledi.
Burgess Şist Katmanları insanların Dünya’da neden yalnız olduğu sorusunu araştırmak için iyi bir başlangıç noktası. Çünkü bugün yaşayan hayvanların neredeyse tamamı Kambriyen döneminde yaşayan hayvanların soyundan geliyor.
Sosyal Darwincilerin Hitler kılıklı günümüz diktatörlerine bıraktığı ırkçılık mirasıdır: Derler ki evrim sürecinde en güçlü canlılar hayatta kalır. Hayır. Bu çok acı bir kelime oyunu: İngilizce “Survival of the Fittest” derken oradaki “fit” kelimesi güçlü olan anlamına gelmiyor. Uygun olan, yani çevreye en iyi şekilde uyum sağlamış olan canlı anlamına geliyor.
Son 500 milyon yılda iklim değişiklikleri, Buzul Devri ve “kartopu dünya” gibi canlıların toplu halde yok olmasına yol açan çeşitli felaketler sonucunda Kambriyen döneminde yaşayan birçok canlının soyu tükendi. Geriye deniz seviyesinin yükselmesi veya Avrupa’nın buzlarla kaplanması gibi çevresel değişikliklere en iyi şekilde uyum sağlayan canlılar kaldı.
Gould, Burgess Şist Katmanları’ndaki fosillere baktığı zaman inanılmaz bir hayvan çeşitliliği gördü ve tarihi geri alırsak hayatın bambaşka bir yol izleyeceğini düşündü. Sonuçta canlılar Buzul Çağı gibi iklim değişikliklerine uyum sağlamak için bilerek evrim geçirmiyordu.
Üstelik Kambriyen döneminde canlı türleri inanılmaz bir hızla çeşitlenmişti. Bu sürecin benzer şekilde tekrarlanabileceğini düşünmek zordu.
Evrimin sorumlusu akıllı tasarım değil, rastlantısal mutasyonlardı ve bu sürecin benzer şekilde tekrarlanması imkansızdı ama gerçekten öyle mi?
Mutasyon DNA’da meydana gelen değişikliklere verdiğimiz addır ve mutasyona birçok faktör yol açıyor: Dünya kabuğundaki radyoaktif elementlerin yaydığı ışınım, Güneş’ten gelen parçacıkların atmosferin üst katmanlarında morötesi ışınlara yol açması ve kozmik ışınlar gibi faktörler gezegenimizi radyasyon bombardımanına tutuyor.
İkinci Dünya Savaşı’nda Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan nükleer bombalar, Soğuk Savaş’taki nükleer denemeler ve nükleer santrallerle biz de kendi yapay radyasyonumuzu yaratmaya başladık.
Bu radyasyon İnanılmaz Azman (Incredible Hulk) çizgi romanında olduğu gibi insanları korkunç yeşil devlere dönüştürmüyor fakat canlıların genetik kodunda, DNA üzerinde kopyalama hatalarına yol açıyor. Binlerce yıllık sürede biriken mutasyonlar canlıların genetik kodunun değişmesine sebep oluyor.
Böylece yeni canlı türleri ortaya çıkıyor ve bu türler aradan geçen zamanda aniden püskürmeye başlayarak ormanları yok eden yanardağlar veya gökten düşen meteorlar gibi çevre felaketleriyle yüzleşmek zorunda kalıyor.
İçlerinden bazıları değişen çevre koşullarına adapte olmalarını sağlayan rastlantısal bir mutasyon geçiriyor ve hayatta kalmayı başararak genlerini yavrularına aktarabiliyor ya da dinozorların yok olması karşısında memeliler örneğinde olduğu gibi baskın canlı türleri ölürken, felaket sonrası Dünya’da yaşama şansına sahip olan küçük türler hayatta kalarak soyunu devam ettiriyor.
Genç mutant ninja kaplumbağalar
Evrim dediğimiz şey kısaca bu. DNA’daki kısa süreli ve etkisini hemen gösteren değişikliklere mutasyon diyoruz. Mutasyonların zamanla birikerek organizmayı radikal bir şekilde değiştirmesine ve yeni canlı türleri ortaya çıkarmasına ise evrim diyoruz.
Sonuç olarak, çizgi filmlerde olduğu gibi sıradan kaplumbağaları radyasyona maruz bırakarak Genç Mutant Ninja Kaplumbağalar veya İnanılmaz Yeşil Devler yaratamazsınız. Bunun için milyonlarca yıllık bir evrim süreci gerek. Çok hızlı gerçekleşen mutasyonların da canlıların ölümüne yol açacağını unutmayalım.
Ancak tam da bu noktada karşımıza “birikimli mutasyonlar” kavramı çıkıyor. Mutasyonlar üst üste birikerek etkisini sonradan gösteriyor. Bu da bizi insanların Dünya’da neden yalnız olduğu sorusunun cevabını bulmaya bir adım daha yaklaştırıyor.
Mutasyonların azı karar, çoğu zarar. Mutasyonlar olmasaydı global felaketlerle değişen çevre şartlarına adapte olan yeni canlılar ortaya çıkmayacaktı. Böylece Dünya’da hayat ilk küresel iklim değişikliğinde yok olma tehlikesiyle karşılaşacaktı.
Gould bu yüzden evrimi bir tarihi tesadüfler zinciri olarak adlandırıyor. Tarihi tesadüfler hayat ağacının bazı dallarını buduyor, ama sonuçta her yeni dal aynı ağacın gövdesinden çıkıyor. İnsan türünü de hayat ağacının ince bir dalı olarak görebiliriz. Geçmişe yolculuk edip o dalın çıktığı ana dalı kesseydik, insan türü ortaya çıkmayacaktı.
Öte yandan, Cambridge Üniversitesi’nden paleontolog Simon Conway Morris biyolog meslektaşı Gould’a tam olarak katılmıyor ve Burgess fosilleri üzerinde yaptığı çalışmada, tarihi başa alsaydık bugünkü canlılara benzeyen türlerin bir şekilde ortaya çıkacağını savunuyor.3
Morris bu görüşünü temellendirmek için Dünya’daki çevresel koşulların ortalama olarak birbirine benzeyen az sayıda ekolojik ortam yarattığını söylüyor. Örneğin Kuzey Avrupa’yı etkisi altına alan son Buzul Çağı ve 730 milyon yıl önce olduğu gibi Dünya’nın tümüyle buzlarla kaplanmasına yol açan kartopu dünya devri gezegenimizde birbirine benzeyen çevresel şartlar oluşturdu.
Tarih bir yere kadar tekrardan ibaret
Dünya’nın bugün buzlarla kaplanmasıyla geçmişte buzlarla kaplanmış olması arasında pek bir fark diyor Morris. Örneğin memelilerin buzullara uyum sağlamak için kürklü post geliştirmesi gerekecektir. Bu da 2 milyar yıl arayla yaşamış iki canlı türünün birbirine benzemesine yol açacaktır.
“Organizmaların kendilerini fiziksel, kimyasal ve aynı zamanda biyolojik dünyanın gerçeklerine göre yapılandırması gerekiyor” diyen Morris’e göre, bu sınırlamalar zaman içinde benzer canlıların ortaya çıkmasına sebep oluyor (Elbette 730 milyon yıl önce karada yaşayan memeliler olmadığı için bugün böyle bir benzerlik göremiyoruz ama bunu destekleyen araştırmalar ve semender örneğiyle aşağıda anlatacağız).
Bu noktada Gould ve Morris’in evrimsel yakınsama konusunda aslında anlaşmazlığa düşmediği görülüyor. Ancak Morris, Gould’dan farklı olarak gelişmiş insan zekasının da evrim sürecinde büyük olasılıkla ortaya çıkacağını düşünüyor. İnsan türü olmasa da başka bir canlı türünün uygarlık kurabileceğini yadsımıyor.
Öyleyse neden insanlar yalnız?
Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: Evrim sürecinde insan seviyesinde zeka 3,5 milyar yıl sürede büyük olasılıkla ortaya çıkacaksa neden şimdi ortaya çıktı (yani 195 bin yıl önce)?7 Bu basit bir tesadüf mü? Yoksa işin içinde bilinmeyen faktörler de mi var?
Bunu da yine Hollywood sinemasından bir filmle örnekleyebiliriz: Bugün kuyruksuz maymunların evrim geçirerek insanlar gibi bir uygarlık kurması mümkün mü? Evet, aklımıza hemen nükleer savaş sonrası dünyada kök salan şempanze medeniyetinin öyküsünü anlatan Maymunlar Cehennemi geliyor.
Ancak gözden kaçırmamak gereken bir nokta var: Filmde insan uygarlığı çökmüş, insan soyu neredeyse tükenmişti. Maymunlar ancak Dünya’da bu şekilde açılan bir boşluğu doldurarak gezegenin hakimi olmuşlardı. Oysa günümüzde bu imkansız. Dünya’yı insanlar kontrol ediyor ve bu şartlar altında şempanzelerin evrim geçirmeye fırsat bulması zor. Neden zor?
Yazımızın başında DNA’da gerçekleşen rastgele mutasyonların uygun şartlar altında ve yüz binlerce yıllık sürede yeni hayvan türlerinin evrimleşmesini sağlayabileceğini söylemiştik, ama insanların kontrol ettiği bir Dünya’da bu şartların gerçekleşmesi pek de mümkün değil.
Nükleer savaş veya diğer felaket senaryolarını saymazsak insan uygarlığı gelişmeye devam edecek ve Darwin’in de söylediği gibi artık işin içinde sadece doğal seçilim değil, sosyal seçilim de var.
Elbette sosyal seçilim güvercinlerin kur yapmasında olduğu gibi hayvanlar arasında da görülüyor ama insanların dünyasında çok daha belirgin. Hatta insanlar diğer hayvanlara da sosyal seçilimi empoze edebiliyor (cins köpekler, spor amaçlı (?) avlanma, çevre kirliliği, kuş cennetlerinin kurutulması ve yerine AVM yapılması).
Buna insanoğlunun kendi DNA’sını değiştirmesini de ekleyebiliriz. Kanser gibi hastalıkların gen tedavisiyle önlenmesi planlanıyor. Yakında anne-babalar mavi gözlü, sarı saçlı ısmarlama çocuklar da doğurabilecekler. Sosyal seçilim olgusu teknolojinin olanaklarıyla, gen mühendisliği ve kök hücre tedavisiyle birleşerek bu noktaya vardı.
Teknoloji evrimin yerini mi alıyor?
Evet. Zaten teknolojiyi evrimsel sınırlamalarımızı aşmak için geliştirmedik mi? Ağır yükleri uzun süre sırtımızda taşımaktan kurtulmak ve daha uzun süre yolculuk edebilmek için tekerleği geliştirdik. Hızla kaçan hayvanları uzaktan avlamak için ok ve yayı icat ettik.
İnsanoğlu alet kullanmayı geliştirmeseydi türümüz bugüne kadar hayatta kalabilir miydi? Peki insanoğlu teknolojinin yardımı olmadan hayatta kalmayı başarsaydı nasıl bir evrim geçirirdi? Bu açıdan bakarsak insan vücudunun son 150 bin yılda pek az evrim geçirdiğini görebiliriz. Kör bağırsakı saymazsak hemen hiç değişmedik (hastalıklara bağışıklık kazanmak gibi süreçleri bunun dışında tutuyoruz).
Bunu teknoloji sağladı. Teknoloji, değişen çevresel koşullara şanslı mutasyonlarla uyum sağlamayı beklemek yerine bize uygun bir çevre yaratmamızı sağladı. Örneğin kışın evimizi doğal gazla ısıtıyoruz ve tek derdimizin faturalarımızı ödemek olduğunu düşünüyoruz. Oysa ateşi kullanmayı bilmeseydik böyle bir özgürlüğümüz de olmayacaktı.
İşte bu nedenle insan vücudu 150 bin yıl içinde gözle görülür şekilde evrim geçirmedi. Özünde teknoloji üzerimizdeki çevre baskısını azalttı. Artık vücudumuzun geçirdiği tüylenme ya da tüy dökme gibi mutasyonlar bize büyük bir avantaj veya dezavantaj sağlamıyor.
Bugün modern tıp yanımızda ve doktorların verdiği ilaçlar sayesinde hayatta kalıyoruz. Oysa Kuzey Amerika yerlilerinin kraliçesi Pokahontas bu kadar şanslı değildi. Hizmetçi olarak çalışmak üzere götürüldüğü Londra’da genç yaşta anjinden öldü.
Bu da bizi önceki sorunun cevabına götürüyor: İnsan türünden önce daha zeki bir canlı ortaya çıksaydı bu canlı Dünya’ya hakim olacaktı ve çevre koşullarını kendine göre ayarladığı için doğal seçilimi de sona erdirecek, böylece başka bir zeki canlı türünün ortaya çıkmasını zorlaştıracaktı.
Ancak biz yalnız değildik ki! Elli bin yıl önce Dünya’da Homo sapiens sapiens alt türünün ait olduğu Homo cinsinden başka bir zeki canlı türü daha vardı. Neandertal insanı.
Neandertallerin vücut yapısı ve kültürü bizimkinden farklıydı. Hatta gırtlak yapılarının da farklı olması nedeniyle bizim gibi konuşamadıklarını ve karmaşık bir sözel dil geliştiremediklerini düşünüyoruz. Neandertaller Homo sapiens sapiens’le rekabet etmeyi başaramadı:
Bazı teorilerde insanların Neandertalleri öldürdüğü varsayılıyor. Bazı paleoantropologlar ise Neandertal insanının Homo sapiens sapiens alt türü gibi çocuklarına bakmadığını ve çocuk ölümlerindeki artışa bağlı olarak da soylarının tükendiğini ileri sürüyor.
Ancak son araştırmalar asıl suçlunun “türler arası üreme” olduğunu gösteriyor. Neandertaller Homo sapiens sapiens ile ilişkiye girebiliyordu ama bu birleşmeden doğan Neandertal erkekleri genellikle kısır veya iktidarsız oluyordu9 (erkek katırların kısır olması gibi).
Bu da Neandertal nüfusunun zamanla azalmasına neden oldu ve Homo sapiens sapiens Neandertalleri uzun yıllar içinde asimile etti (Neandertaller ve Homo sapiens sapiens aynı türe ait iki tür olduğu için birbiriyle ilişkiye girdiğinde çocuk doğurabiliyordu).5
Neandertallerin soyu nasıl tükendi?
Soruya soruyla cevap vermek kibarca bir davranış olarak kabul edilmez ama konuyu daha iyi örnekleyebilmek için biz soralım: Nasıl oldu da 1500’lerde Güney Amerika’ya ayak basan tüfekli birkaç yüz Avrupalı, sayısı milyonları bulan İnkaları yenerek 200 yıl içinde bugünkü Latin Amerika ülkelerini kurdu?
Sanılanın aksine bu zaferde asıl etken teknoloji değildi. Ormanlarda 500 tüfekli adamın bile binlerce yerliye karşı koyması çok zordu. Asıl faktör Avrupalıların Amerika’ya taşıdığı çiçek hastalığıydı. Yerliler bağışıklı olmadıkları salgın hastalıklara yakalanarak öldüler. Zamanla Avrupalıların sayısı artarken onların sayısı azaldı.
Sadece bu da değil. Yeni göçler sayesinde sayıca üstün olan Avrupalılar yerli kızları hamile bıraktı, yerliler Avrupalılarla evlendi ve bu kültürel kaynaşma sonucunda bugünkü Latin Amerika toplulukları ortaya çıktı. Neandertaller asimile oldu derken kast edilen bu.
Gördüğünüz gibi zeki bir canlı türü ortaya çıktığında diğer canlıları zamanla alt ediyor ve o gezegende başka zeki varlıkların gelişmesine izin vermiyor. İnsanlar arasında bile salgın hastalıklar ve ileri teknoloji bazı kültürlerin diğer kültürleri yok etmesini kolaylaştırıyor.
Bu süreç büyük olasılıkla alternatif zeki canlıların gelişmesini her zaman engellemiyor ama bu ihtimali büyük ölçüde azaltıyor. Teknoloji insanoğlunun Dünya’yı evcilleştirmesini sağladığında gezegenin tek hakimi olduk.
Hayvanlar dünyasından örnekler
Yunuslar neden bir sualtı uygarlığı kurmadı? Sonuçta Flash Gordon’daki Mongo gezegeninde balık adamlar var. Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: Yunusların uygarlık kurmasına ne gerek vardı?
Sonuçta yunuslar suda yüzüyor ve okyanusların derinlikleri karalar gibi sert iklim değişikliklerine maruz kalmıyor. Denizler daha istikrarlı, daha korunaklı yerler. Ancak, bundan yola çıkarak denizlerde evrim baskısı olmadığını söylemiyoruz. Yunusların bir sualtı uygarlığı kurmaya ihtiyaç duymadığını söylemek istiyoruz.
Ayrıca uygarlık kurmaları da zordu. Suda ateş yakamazsınız ve yunusların ateş yakacak elleri yok, bunun yerine yüzmelerini kolaylaştıran yüzgeçleri var. Evrim yunuslara insan beyninden büyük bir beyin verdi, ama bu beynin ileri zeka potansiyelinin ortaya çıkması için fırsat vermedi.
Oysa el aletleri yapmanın ve ateşi kullanmanın insan uygarlığının kökeni olduğunu biliyoruz. Kültür, sanat, din, bilim, teknoloji, edebiyat, mimari, zanaat, felsefe, siyaset, ekonomi ve uygarlığımızın diğer unsurlarını önce beynimize, sonra ellerimize borçluyuz. Ellerimizi de iki ayak üstünde yürüdüğümüz için kolların serbest kalmasına borçluyuz.
Dolayısıyla evet: Dünya’da zeki papağanlar, ahtapotlar, kuzgunlar ve Bonobo şempanzeleri var fakat bunların hiçbiri insanlar kadar zeki olmayacak ve uygarlık kurmayacaklar. İnsan türü yok olmadığı sürece buna fırsat bulamayacaklar.
Michigan Eyalet Üniversitesi’nden Richard Lenski, Morris gibi evrim sürecinde hemen her zaman birbirine benzer canlılar ortaya çıkacağını göstermek için özel laboratuar testleri yapmaya karar verdi.
Ancak Lenski fosillerden ve kemiklerden yola çıkmayacaktı. Çünkü fosil ve kemik bulmak zordu, üstelik çocuk kemikleri ile yetişkin insan kemiklerinin yan yana olduğu eski kalıntılar bilim adamlarının kafasını karıştırıyordu (çocuk kafatasının bilinmeyen bir cüce insan türüne ait olduğu yanılgısına düşen paleoantropologlar vardı).
Bakteriler ise kültür kaplarında hızla çoğalarak birkaç ay veya birkaç yıl içinde evrim geçirdiği için canlı türlerinin evrim sürecini incelemek açısından idealdi. Sonuçta kemikler araştırmacıları yanıltıyor olsa bile DNA yalan söylemezdi. Atalarımızın izini taşıyan genetik kod, evrim ağacını detaylarıyla incelememize izin veriyordu.
1988 yılında Lenski tek bir Escherichia coli popülasyonunu besleyici sıvıyla doldurduğu 12 ayrı test tüpüne dağıttı ve bunların ayrı ayrı çoğalarak evrim geçirmesini sağladı (E. coli insan bağırsağında yaşıyor, sindirime yardımcı oluyor ama koli basili temiz suya karıştığında ishalli hastalıklara yol açıyor).
Bakteriler çok hızlı ürediği için 3 aylık çoğalma tam 26 yıllık mutasyona karşılık geliyordu. Ayrıca Lenski, kontrol grubu olarak bazı bakteri kültürlerini de dondurup saklamıştı. Evrim geçiren bakterileri dondurulmuş olan orijinal bakterilerle karşılaştıracaktı.
Lenski böylece 12 test tüpüne dağılan bakteri gruplarının tek tek nasıl evrim geçirdiğini görebildi ve oldukça şaşırtıcı bir sonuçla karşılaştı: Gerçek hayatta geçen 15 yılın ve 31 bin 500 bakteri kuşağının ardından, test tüplerinden birindeki E. coli bakterileri glikoz yerine sitratla (limon tuzu) beslenmeye başladı.2
Lenski ve ekibi bakteri gruplarının büyük kısmının birbirine benzeyen türlere doğru evrim geçirdiğini kanıtlayamamıştı, ama Gould’un küçük mutasyonların zamanla büyük mutasyonlara yol açtığı tezini kanıtlamıştı.
Gould bu mutasyonların bir anlamda uykuya yattığını, ancak asteroit çarpışmaları gibi çevresel koşulların aniden değiştiği durumlarda devreye girerek hayatta kalan canlıların hızla evrim geçirmesine sebep olduğunu söylüyordu. Lenksi’nin test tüpleri Gould’un teorisini destekliyordu.
Sitratla beslenen test tüpündeki bakterilerin farklı evrim aşamalarını gösteren donmuş E. Coli örneklerinde (72 evrim aşaması numunesi) küçük mutasyonların glikoz yerine sitratla beslenmek gibi büyük bir değişikliğe zamanla nasıl yol açtığı görülebiliyordu.
Ancak bununla yetinmeyen Lenski, daha kesin sonuçlar elde etmek için 72 test tüpünden örnekler aldı (kısmen evrim geçirmiş bakteri numuneleri) ve bu örnekleri çözdükten sonra kendi başına evrim geçirmeye bıraktı. 72 örnekten 4’ü zamanla sitratla beslenme yeteneği geliştirdi (bu testin 2014 yılında 60 bin kuşağı aştığını ekleyelim).
E. Coli deneyleri canlı türlerinin zamanla benzer şekilde evrim geçirme olasılığı bulunduğunu gösterdi (72 örnekten 4’ü bunu başarsa bile). Şimdi sıra, küçük mutasyonların zamanla büyük mutasyonlara yol açması olgusunun, farklı çağlarda evrim geçiren canlıların gagalar ve kanatlar gibi daha karmaşık benzer organlar geliştirmesine nasıl yol açtığını açıklamakta.
1994 yılında Scienze & Vita dergisine abone olmuştum. Fransızca Science & Vie’nin İtalyanca edisyonuydu. Kambriyen patlaması terimini de ilk o zaman duydum, daha doğrusu okudum.
Özetle biyologlar 542 milyon yıl önce hayatın fazla bir çeşitlilik göstermediğini, ama hayvanlar karaya çıkmadan önce denizdeki canlı türlerinin sayısının hızla arttığını söylüyorlardı (Hayvanlar yaklaşık 530 milyon yıl önce karaya çıktı. Bu da Kambriyen patlamasına denk geliyor).
O yıllarda özellikle determinist kaos matematik modeli çerçevesinde hararetle tartışılan bir konuydu “Kambriyen patlaması”. Canlılar karaya çıktıktan sonra kısa sürede hızla evrim geçirmiş ve türlerin sayısı hızla artmıştı (Son araştırmalar Kambriyen döneminde gerçek bir evrim patlaması yaşanmadığını ama evrim sürecinin hızlandığını gösteriyor).
Bunun sebebi Kambriyen döneminde Dünya’nın hayata daha elverişli bir gezegen haline gelmesiydi. Kambriyen döneminde ozon tabakası oluştu ve atmosferdeki oksijen miktarı arttı. Ayrıca, eriyen buzullar karalardaki zengin ve besleyici mineralleri o yıllarda hayatı saklayan denizlere ulaştırdı. Bu da canlıların kalıcı olarak karaya çıkmasına ve hem denizlerde hem de karalardaki canlı sayısının artmasına yol açtı.
Deniz canlıları uzun yıllardır mutasyon biriktiriyordu ve Dünya hayata daha elverişli hale gelip de hayvanların sayısı arttığında mutasyonların etkisi de artmış oldu. Sonuçta hızla biriken küçük mutasyonlar büyük mutasyonlara yol açtı ve Kambriyen patlaması dediğimiz hızlı evrim süreci yaşandı.
İşte Lenski’nin E. coli bakterisi deneyleri bu noktayı aydınlatıyor. Zaman içinde biriken küçük mutasyonların büyük mutasyonlara yol açma olasılığının arttığını gösteriyor. Bir yandan da Gould ve Morris’in görüşlerini birleştiriyor. Bunu aşağıda görebilirsiniz.
Mutasyon sayısı hızla artar ve evrim buna bağlı olarak hızlanırsa, farklı canlıların ayrı ayrı evrim geçirdikten sonra birbirine benzeme olasılığı da artacaktır. Bu nedenle hem Gould hem Morris haklıydı.
Gould’un dediği gibi hayatı geri sararsak aynı canlıların ortaya çıkması imkansızdı ve her zaman benzer canlıların ortaya çıkması mümkün değildi ama Morris de haklıydı: En azından yarasalar ile pterodaktiller gibi bazı canlılar evrimsel yakınsama sayesinde birbirine benzeyecekti (ikisinin de kanatları var).
Küçük mutasyonların büyük mutasyonları nasıl tetiklediğini örneklemek için şimdi Hydromantes semenderine geri dönebiliriz.
Hydromantes semenderinin sinek avlamak için dilini hızlı fırlatma kabiliyeti kazanması için akciğerlerini “kaybetmesi” gerekiyordu. Çünkü semender dilinde kullanılan kaslar, aslında semenderin atalarının akciğerlerine hava çekmek için kullandığı kaslardı. Bu kaslar dili desteklemeye başlayınca akciğerler de köreldi.
Modern semenderlerde dil kası çok daha büyük ve kuvvetli ama artık akciğerlere destek olmuyor: Hydromantes semenderinin dil kası, hayvanın ağzının gerisindeki konik uçlu kemiğe saatin zembereği gibi sarılıyor ve kemiği sıktığı zaman semender dilinin zemberek gibi boşanarak dışarı fırlamasını sağlıyor.
Bütün bunlar uzayda insan uygarlığı gibi gelişmiş uygarlıklar aramak açısından büyük önem taşıyor. Sonuçta biz insanların önce kendimize benzeyen uzaylılara ait bir uygarlık keşfetme olasılığı daha yüksek.
Örneğin insana değil de daha çok denizanasına benzeyen sıra dışı (?) uzaylılar varsa, bunlar bize radyo dalgaları yerine bilmediğimiz bir enerjiyle sinyal gönderiyor olabilirler. Bu durumda uzaylıları dinlemek için uzaya çevirdiğimiz SETI radyo teleskopları söz konusu sinyalleri algılayamayacaktır. Gözümüzün önünde dursa bile ayırt edemeyeceğimiz kadar bizden farklı olan uzaylıları keşfetmek bu yüzden zor.
Öte yandan evrim süreci benzer dünyalarda benzer canlıların ortaya çıkmasına da izin veriyorsa, Dünya’ya benzeyen gezegenlerdeki uzaylıların da bizim gibi iki kollu, iki bacaklı, 5-6 parmaklı ve iki ayak üzerinde yürüyen canlılar olmasını bekleriz.
Kabaca insana benzeyen uzaylıların gözleri bizim gibi başlarının ön tarafında bulunuyor ve derinlik algısı yaratıyor olabilir. Bu uzaylılar dünyayı bizim gibi renkli ve üç boyutlu olarak görüyor olabilirler.
Eski Yunan filozofu Platon “benzer benzeri bilir” demiş. Bize benzeyen uzaylılar bulursak, onlarla Alien filmindeki yaratıktan daha kolay anlaşacağımızı umuyoruz. 🙂
David Attenborough Kambriyen patlamasını anlatıyor
Evrimsel Biyolog Richard Dawkins ve Astrofizikçi Neil deGrasse Tyson uzaylıların insana benzeyip benzemeyeceğini tartışıyor. Dawkins evrimsel yakınsamadan yola çıkarak karbon DNA tabanlı uzaylılar insana benzeyebilir diyor.
1Gould, S.J. Wonderful Life: The Burgess Shale and the Nature of History W.W. Norton & Company, New York (1990).
2Blount, Z., et al. Historical contingency and the evolution of a key innovation in an experimental population of Escherichia coli. Proceedings of the National Academy of Sciences 105, 7899-7906 (2008).
3Conway Morris, S. Life’s Solution: Inevitable Humans in a Lonely Universe Cambridge University Press, Cambridge (2003).
4http://www.stone-age-experience.com/rift-valley
5http://newscenter.berkeley.edu/2013/12/18/neanderthal-genome-shows-evidence-of-early-human-interbreeding-inbreeding/
6http://www.nytimes.com/1994/05/03/science/how-the-whale-lost-its-legs-and-returned-to-the-sea.html
7Fossil Reanalysis Pushes Back Origin of Homo sapiens. Scientific American. February 17, 2005.
8Paola Villa, Wil Roebroeks, Neandertal Demise: An Archaeological Analysis of the Modern Human Superiority Complex , PLOS ONE, 2014, DOI: 10.1371/journal.pone.0096424 (open access)
Elinize sağlık. Çeviri midir yoksa elinizde / aklınızdaki kaynaklardan yararlanarak mı yazdınız bilmiyorum ama böylesine uzun ve karmaşık bir konuyu hele de anlaşılır şekilde yazmak her babayiğidin harcı değildir.
Elinize sağlık tekrar. Aslında bir gün yüz yüze konuşmayı isterdim bu konular hakkında.
Teşekkürler yazı için.
Gökay bey içten beğeniniz için teşekkür ederim. Hayır çeviri değil. Yazılarımda elbette altta görebileceğiniz gibi çeşitli kaynaklardan yararlanıyorum ama çeviri yapmıyorum. Zaten çeviri olduğu zaman Türkçede o kadar akıcı olmuyor. 🙂
İşin içinde canlılar ve dinozorlar ile ilgili bağlantı olunca, sessizlik içinde büyük bir zevkle okudum. Yazı baştan sona güzel açıklamalarla dolu. Arada konuyu açıklamak için değinilen ara başlıklardaki, tüm bilgiler de insanı başka kaynaklara yönlendiriyor. Yazı içinde Flash Gordon ve Ninja Kaplumbağalar, ve Su dünyası ile ilgili açıklamalar yazının lezzetine lezzet katıyor ve düşündürüyor. David Attenborough’u da yazı sonunda bir belgeseli ile görmek keyif verdi. Bu arada Cambridge Üniversitesi Paleontologları bazı konularda diğer bilim insanlarına yeni yollar açarlar ve bilime hep lezzet katarlar. Dinozor yazıları yazarken, okuma fırsatı bulduğum, Dr.David Norman’da o heyecanda birisi. Kendisi daha çok İguanadon ile ilgili geniş bir araştırma yapmıştı. Algıları değiştirmişti. Tekrar bu güzel yazı için teşekkürler..
Teşekkür ederim. Aslında BBC’de The Planet of Apemen dizisi var. Onu tavsiye ederim Youtube’da. İzleyince anlayacaksın. 🙂
Gould a bir noktada yine de katılmıyorum. İnsan ve tasarımcı zeka olgusunu pterodaktiller ve yarasalardaki kanat yapılanması gibi düşünebiliriz pekala.
Burada bana göre evrim açısından ana zorluk beynin bu amaçla avantaj sağlayacak biçimde gelişmesi. Canlılarda beynin gelişimi daha ziyade duyular arasındaki koordinasyona bağlı bunun üstüne spesifik biçimde gelişmesi de çok uzun sürüyor.
Ancak koşullar baştan oluştuğunda dinozorların yok olmasına veya primatların ortaya çıkmasına ille de gerek yok zeka için.
Bir çeşit ahtapotumsu karaya çıkabilmiş canlı da zeki olabilir örneğin çünkü kavrayıcı uzantıları var şartlar dahilinde nesnelere şekil verme konusunda gelişebilir. İhtimaller çok fazla bu sadece bir örnekdi.
Gould un haklı olduğu insanın ortaya çıkıp çıkmayacağı konusu sadece evet aynı süreç gerçekleşemez bu doğru. Ancak bu spesifik özelliklerin insana has olduğu mucize ölçüsünde kazalardan kaynaklandığı görüşünü destekleyen herhangi kanıt yok zaten. Örneğin homo cinsinin en erken üyeleri şempanzeden zeki sayılmaz beyin hacmi açısından ancak alet yapmakta diğer hayvanlara olan avantajları evrim için onlara ekstra avantaj sağlamış.
Zeka kavrami ozunde turedi yanlis bir kavramdir. Insani insan yapan bilincidir. Aritmetik bir zeka insanda ozde yoktur. Bizim zeka dedigimiz artimetik mantik zaten bilincin bir yan urunudur. Bu nedenle zeka kavrami yaniltici bir kavramdir. Insani insan yapan bilincinin ise niteliği zaten suan ortaya konulamiyor. Ornegin dil yetisinin gore 2 yasindaki bir çocugun dil yetisinin bile bir maymun yanindan bile geciremez. Cok aciktir ki insan bilinci ile en yakin denilen maymun turleri arasinda bile bu konuda inanilmaz ucurumlar vardir. Evrim bilinc konusunda esasen pek birsey soyleyememektedir ki bilincin klasik fizik veya materyalist yaklasimlarla aciklanamadigini bugun biliyoruz. Belki kuantum fizigi bilinci açıklayabilir. Acikcasi beden evrimi yoluyla bilincin evrimini aciklamak, otlar arasinda dolasirken zeka gelişti ile aciklanacak kadar kolay ve basit degildir.
Materyalist ateistler insan bilincinin bile aslinda gelismis oldugunu inkar etme noktasına kadar varabiliyorlar. Bu gozle gorulur farki red eden akil fukarasi saydigim bir cok insanla karsilastim tartistim. Onlara gore gelistirdigimiz teknoliji ve uygarlik aslinda anlamsiz ve bir fark sayilmiyor komedi sekilde. Onlar hayvanlarinda insan kadar geliskin bir bilinci ve akli oldugunu dusunuyorlar. Ne kadar da acikli degil mi ama maalesef boyle. Bunun anlami sirf felsefi fikirleri ve bir yaratici dusuncesinden kacis icin bu sefil fikirleri savunuyorlar. Bir yaraticiya elbette kimse inanmqk zorunda degil ama kendi ic dunyasindaki bazi sorulara yanit bulmak icin de bu kqdar zavalli fikirleri savunmanin da anlami yok. Dersin ki evrim var yaratici yok vs ama cikip da insqn bilincinin ( hani su felsefe yapip senin herseyi bildigini! Zannetmeni saglayan bilincin var ya) diger canlilardan acik ara gelismis oldugunu inkar veya yok etme noktasina gelirsen “sefil” nitelemesini hak edersin kimse kusura bakmasin.
Sunu anliyoruz ki evrim bilinc anlaminda insani en guclu varlik olarak ortaya cikardi. Biliyoruz ki bizden fiziki guc ve yetenekler anlaminda cok ustun canlilar var ama evrimin yonu bilinci secti ve insan olustu. Ve insan diger turlerin hakimi olabilecek uygarlik kurma potansiyeline sahip tek canli oldu. Insan dışında diger herhangi bir canlının bilincinin insaninki gibi gelisebilecegi iddiasi evrimi rastgele olarak dusunenlerin hayal edebilcegi birseydir. Evrim rastlantisal mi peki. Ya evrim bilinci nasil ortaya cikardi. Otlar arasinda avlanirken zeka gelisti soylemi evet “zeka” icin gecerli olabilir ama insandaki bilinc zeka dedigimiz seyden cok daha fazlasını içeriyor. Evrim insan bilincindeki bu ozellikleri aciklamaya yetmiyor. Cunku evrimin dogal senaryosunu bozan özellikler. Ornegin vicdan olgusu evrime aykiridir. Vicdanin sadece insanlar arasi yani ayni tur arasi toplumsal iliskilerle ortaya cikmis oldugunu savunan ve buna inanan kisi vicdani sadece davranissal gormelidir ama vicdan evrim mekanizmasiyla biyolojik olarak da insan beyninde yerini almistir. Yani vicdan toplumsal iliskilerle bile ortaya cikan bir olgu olsa da nihayetinde evrimin yönü bencil genlere meydan okuyan biyolojik yapiyi ortaya cikarmistir. Bu onemlidir cunku salt davranissql vicdan anlayisinda olanlar evrimin nasil temel mekanizmlarina aykiri bir olguyu yine kendi mekanizmalari ile ortaya cikardigini aciklayamazlar. Cunku evrim mekanizmalari her ihtimalde ustun gelmeliydi ve davranissalligin otesine uzanan biyolojik zeminde de kendi mekanizmalarina aykiri bir olguyu desteklememeliydi eger soylendigi kadar genler bencil ise. Bu noktada anliyoruz ki yine diger tum canlilardan fqrkli olarak insandaki bilincin ustsel ozellikleri yine vicdani destekledi veya vicdanin ortaya cikmasina neden oldu. Evrim adeta insan bilincini ortaya cikaracak bir yon tasiyormus gibi gorunuyor. Cunku bilincin ortaya cikisi evrimin son halkasi gibi durmaktadır. Bilinc olarak en guclu ve bilinciyle diger tum turlere hakim olacak gucte, uygarlik kurabilecek, evreni anlamlandiracak sorular sorabilecek canlinin ortaya cikmasi evrimin bilinc anlaminda son halkasi muhtemelen.